16 Şubat 2013 Cumartesi

Padişahlar hakkında



Moral FM yorumcusu Yavuz Bahadıroğlu, Moral Dünyası Dergisi'nde yer alan bir yazısında sık sık gündeme gelen ve tartışma konusu olan ik isoruya ışık tutu.

Önümde iki soru var: 1. Osmanlı padişahlarından hiç birinin hacca gitmediği doğru mu? Doğru ise, çok dindar olduklarını bildiğimiz padişahlar neden hacca gitmediler? 2. Sultan Dördüncü Murad’ın içki içip sarayda keyfettikleri bazı gazetelerde iddia edildi. Bu doğru mu?

İşte Bahadıroğlu'nun bu sorulara cevabı:




Tarih bilgisinin gazetelerden değil, tarihî belgelerden alınması gereğini hatırlattıktan sonra, Osmanlı padişahlarının şarap içtikleri hem bir genelleme, hem de bir aldatmacadır…
Bu iftira öncelikle Yıldırım Bayezid’e yöneliktir, ki, dini salâhatı, yaşça geçkin olmasına rağmen, “Bize böyle fâzıl ve kâmil bir damat gerektur” diyerek kızını büyük din bilgini Emir Sultan’a (asıl ismi Şemsüddin Muhammed Buharî) verecek kadar yüksek seviyededir.
Öte yandan, Emir Sultan’ın dini hükümlere bağlılığını bilenler, padişah bile olsa, içki içerek dinin hükmüne karşı gelen birinin kızını almayacağını da iyi bilirler.
Sultan Dördüncü Murad’ın içki içtiği söylentisi ise, Safevi casusları tarafından, milleti padişahından soğutmak amacıyla çıkarılmış bir dedikodudur.
Sultan Murad “gut hastalığı”na müptelâ idi. Mafsallarında zaman zaman dayanılmaz ağrılar hissederdi. Biraz olsun rahatlamak için de, doktorlarının tavsiyesiyle afyon alırdı. Afyonun uyuşturucu etkisi olduğu için, bazen padişahın dengesi bozulur, salınarak yürürdü. Osmanlı Devleti ile arası açık olan Safevi casusları, işte bu görüntüyü kullanarak padişahın içki içtiğini yaydılar.

Neden hacca gitmediler?
Osmanlı padişahları tüm icraatlarını şeyhülislâmın fetvasına dayandırmak zorundaydılar…
Bu hükümden biraz olsun ayrılan padişahlar karşılarında şeyhülislamı buluyor, şiddetli tepki görüyorlardı. Meselâ Yavuz Padişah, düzeni bozan Hıristiyanların zorla Müslüman yapılmasını emredince, Şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali Efendi şiddetle buna karşı çıkmış, böyle bir yetkisi olmadığını, ısrar etmesi halinde ise tahttan indirilmesi için “fetva” vereceğini Yavuz Padişah’a söylemişti. Yavuz Padişah ancak bu ciddi tehdit karşısında verdiği karardan dönmüş, iş tatlıya bağlanmıştı.
O kadar ki, Kanuni Süleyman, her icraatını Şeyh’in fetvasına uygun yaptığını göstermek için fetva dolu sandığın mezarına konmasını istemiş, İslâm inancında buna yer olmadığını söyleyerek merak içinde sandığı açtıran Şeyhülislâm kendi fetvalarını görünce, başını ellerinin arasına alıp şöyle mırıldanmıştı:
“Sen kendini kurtardın Süleyman, ya biz kendimizi nasıl kurtaracağız!”
Böyle bir dünyada, dinin hükmüne aykırı icraat yapmanın imkânsızlığı ortadadır. Demek oluyor ki, padişahların hacca gitmemesi, altı yüz yıl Osmanlı’yı İslâm çizgisinde tutmak için kılı kırık yaran İslâm âlimlerinin fetvasıyla gerçekleşmiştir.
Peki ama neden böyle bir fetva verdiler?
Bu soruya çeşitli yayın organlarında defalarca cevap verdiğimi hatırlıyorum. Hatta bu konuyu son kitabıma (Biz Osmanlıyız, Nesil Yayınları, 0212 551 32 25) da taşıdım. Fakat Hazret-i Mevlâna’nın buyurduğu gibi, “Okumayana hiçbir kitap yazılmamıştır.”

Üç temel sebep
Biliyorum, bu yazı da bazıları tarafından okunmayacak, bu yüzden aynı sual zaman zaman yine gündemime girecektir. Ne yapalım, bu da yazarın kaderi işte!
Şimdi gelelim Osmanlı padişahlarının hacca neden gitmedikleri şeklindeki sualin cevabına…
1. İletişim ve ulaşım imkânlarının son derece sınırlı olduğu bir savaşlar ve isyanlar çağında padişahların uzun süreli olarak başkentten ayrılmaları, devletin varlığını tehlikeye düşürebilirdi.
2. Padişahların uzak bir yere gitmesi, kuşkusuz herhangi birinin gitmesiyle aynı olamazdı. Uzun yol boyunca uğrayabilecekleri saldırıları püskürtmek için büyük bir orduyla hareket etmeleri gerekirdi…
Ayrıca da hanımlarını, hizmetkârlarını, aşçılarını, muhafızlarını, vezirlerini ve danışmanlarını beraberlerinde götürmek zorundaydılar…
Dahası, gelip geçtikleri her beldenin önderleri, devlet geleneğinin bir icabı olarak, padişahı merasimle karşılayıp merasimle uğurlayacaklardı...
Bütün bunlar için büyük masraflara katlanmak lâzımdı. Gerçi devlet zengindi, ancak, padişah da olsalar, kişisel ibadetlerinin faturasını devlete yükleyemezlerdi. Bu öncelikle hukuka, sonra da millete haksızlık olurdu.
Kendi keselerinden karşılamaları ise mümkün değildi: Çünkü hiçbir padişahın büyük bir orduyu İstanbul’dan Hicaz’a götürüp getirecek parası yoktu.
3. Bütün bunları ve benzer mahzurları dikkate alan Osmanlı uleması, (ki aralarında Molla Gürani, Ak Şemsüddin, Molla Zeyrek, Molla Fenari, Ebussuud Efendi, Zembilli Ali Cemali Efendi, Molla İbn-i Kemal gibi, din ve hukuk bilgisi tartışılamaz âlimler de var) padişahların hacca gitmesine izin vermedi.
Dolayısıyla padişahlar da hacca gitmediler. (Gitmeye kalkıştığı için çıkan kargaşa yüzünden, Sultan Genç Osman’ın kellesi gitti) “Fitne katilden eşeddir” hükmünce, fitne çıkmaması bağlamında, bir farzı terk etmek zorunda kaldılar.

Peygamber sevdası
Ancak dindarlıkları tartışılmaz gerçektir. Sultan Vahideddin’in şöyle dediği meşhurdur: “Ağabeyim Sultan Reşad bizim hanedan mensupları arasında en az dindar olanıydı, ama o da Kur’an-ı Kerim’e sarılarak öldü.”
Ayrıca, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’i, ashabını ve ailelerini çok sevdiklerine hayatları şahittir.
Örnek olarak: Fatih, Bizans’ı O’nun aşkına (bir hadisinin ışığında) fethetti. Kendisine bir saray yaptırması gerektiğini söyleyenlere, Ebu Eyyube’l-Ensari’yi kast ederek: “O güzel Peygamber’in mihmandarını bulup, ona bir türbe yaptırmadan kendime bir saray yaptırmaya haya ederim” dedi.
Ak Şemsüddin Hoca, Ebu Eyyub’un kabrini bulur bulmaz, Padişah oraya koştu ve ceddi Osman Gazi’nin kılıcını, Ebu Eyyub huzurunda kuşandı. Sünnete bağlı kalacağına huzurda and içti.
Yavuz Padişah, adı hutbede “Hicaz’ın hâkimi” diye okununca, şöyle feryat etti: “Hayır, hâkimi değil hadimiyiz, hizmetkârıyız!”
Zaten Mısır Seferi’ne Efendimizin rüyasına girip talimat vermesiyle çıkmış, Cengiz Han ve Büyük İskender gibi cihangirlere diz çöktüren Sina Çölü’nü Peygamberinin aşkıyla geçerken, önünde zaman zaman Efendisini görmüş, ata binmesini isteyen hocası İbn-i Kemal’e, ağlayarak şöyle demişti:
“Peygamberim önümde yaya yürürken, ben hangi yüzle ata bineyim!”
Ve Kâbe'nin avlusunu süpürttüğü tavus kuşu tüylerinden birini tacına takmıştı…
Ayrıca, bir süpürge şeklini, “Hicaz’ın hizmetkârıyım” anlamında hayatının sonuna kadar sorgucunda taşımıştı.
Çoğu Peygamber Efendimiz’in yadigârı olan Kutsal Emanetler’in başında, kesintisiz yirmi dört saat Kur'ân okunması için otuz dokuz hafız görevlendirmiş, kırkıncı hafız olarak da listeye kendini yazdırmıştı: Elfakir, Selim. Kendine “fakir” diyen adam hem Osmanlı Padişahı, hem Doğu Roma İmparatoru, hem de Emir-el Mü’minindi. (Mü’minlerin Emiri)
Sultan Birinci Ahmed, Resulüllah’ın mescidine yedinci minareyi ekletmeden kendi adını taşıyan altı minareli camiini yaptırmadı. (Sultan Ahmed Camii)
Ve Efendisinin mübarek ayak izini, “N’ola tacum gibi başımda götürsem daim” diyerek, sorguç niyetine tacının üzerine koydu.

Peygamber mirasına bağlılığın göstergesi: Sürre Alayı…
Osmanlıların Peygamber sevdasını sadece “Sürre Alayı” ile dahi örneklemek mümkündür…
Halifeliğin Osmanlılara geçişinden, yani Yavuz Sultan Selim’in Mısır Sefer-i Hümâyunu sonrasından itibaren, Osmanlı Devleti, her yıl, Haremeyn'e (Mekke ve Medine’deki kutsal mekânlara) armağan olarak para ve örtüler gönderirdi.
Gönderilen paralar başta Peygamber Efendimiz’in ve ashab-ı kiramın torunları olmak üzere, bütün Medineli fakirlere dağıtılırdı.
İstanbul her sene Peygamber diyarına hizmet edebilmenin hazzını yaşar, lezzetini duyardı.
İşte bu armağanları Hicaz’a “Sürre-i Hümayun” da denilen “Sürre Alayı”, Eskişehir, Seyitgazi, Bayat, Bolvadin, Akşehir, Konya güzergâhını takip ederek Suriye yolundan Mekke'ye götürürdü.
Sürre Alayı her yılın hac mevsiminde İstanbul’dan büyük merasimlerle uğurlanır, padişah İstanbul çıkışına kadar refakat eder, bu esnada mutlaka yaya yürürdü.
Bu merasim İstanbul halkı için çok büyük bir olaydı. Kutsal beldelere milletin ortak yüreğini götüren Sürre Alayı’nı seyretmek için büyük kalabalıklar toplanırdı...

Merasimi seyredenler sevinçle ağlama arasında kalır, bazen kutsal mekânların hasretiyle gözyaşı dökerken, bazen de kutsal mekânlara armağan gönderen büyük bir millete mensup olmanın huzur ve neşesini yaşarlardı.
Sürre Alayı’nın götürdüğü armağanların en önemlileri, hiç kuşkusuz, Kâbe örtüsüyle, üzerinde devrin padişahının adı olan “Kâbe Kuşağı”ydı.
Onların yanı sıra Medine'ye (Ravza-i Mutahhara ve sahabe mezarlarına) de yeni örtüler gönderilirdi.

Eski Kâbe örtüleri
Eski örtüler Mekke Emiri tarafından kara yoluyla İstanbul’a gönderilirdi. (Örtüler hacc-ı ekber [Hac zamanında Cuma hutbesiyle Arafat'ta okunan hutbenin aynı güne rastlaması] olduğu yıllarda bütün olarak saklanmış, diğer zamanlarda kesilip parçalanarak hacılara dağıtılmış, camilere, türbelere gönderilmiş, levha halinde asılmış veya sandukalar üzerine örtülmüştür)
Örtülerin İstanbul’a gönderilen kısmı önce Üsküdar’a, oradan da merasimle Eyüp Sultan’a nakledilir, Hazret-i Halid’in türbesine konurdu.
Daha sonra âlimlerden, şeyhlerden ve devlet büyüklerinden oluşan bir topluluk taraflarından tehlil ve tekbirlerle Hazret-i Halid türbesinden alınıp Edirnekapı yoluyla Topkapı Sarayı’na götürülürdü.

Saraya getirilen bu örtülerin bakımını Hazine Kethüdası denetiminde “avadancılar” yapardı. (İyi sayılabilecek durumda günümüze kadar gelen bu örtüler, Topkapı Sarayı Müzesi Emanet Hazinesi'ne kaydedilmiş ve önceleri Hırka-i Saadet Dairesi'nin Silahdar Hazinesi'nde saklanmış, 1959-1960 yıllarında sarayın mutfaklar kısmındaki eski yağhane binası onarılıp kumaş deposu haline getirilince örtüler de buraya nakledilmiştir)

Osmanlı Devleti’nin varlık sebebi
Sürre Alayı ile Hicaz’a yıllar boyu gönderilen yardımı “Anadolu’nun mali kaynaklarını Arap çöllerine gömmek” olarak görüp eleştirenlere, şu kadarını söyleyeyim ki, Osmanlı Devleti’nin varlık sebebi “İ’lâ-yı Kelimetullah”tı (Allah adını yüceltme ve yayma). Varlık sebebi böyle özetlenebilen bir devletin, o inancın kalbine hizmet etme mükellefiyeti olur...
Bu inançla Yavuz Sultan Selim, Mısır fethi esnasında okunan bir cuma hutbesinde, kendisinden, “Hâkimul Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hâkimi) olarak bahsedilince, ağlayarak itiraz etmiş, “hâkim değil hâdim” (hizmetkâr) olduğunu söylemişti.
Osmanlı, Sürre Alaylarıyla Peygamber mirasına sadakatini vurguluyordu.
Bu konuda daha pek çok örnek var: Ama yerimiz müsait değil. Kısaca söylemek gerekirse, çoğu Osmanlı Padişahları, Resulullah’a ve sünnetine yürekten bağlıydılar.
O kadar ki, Osmanlı Devleti için “Sünnetin devletleşmiş hali” demek hiç yanlış olmaz.

www.moralhaber.net

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder